İslam Felsefesi’nin Temel Sistematiği ve Özgünlüğü – Murat Bilgi
Klasik felsefede tarihsel açıdan, insanlığın mutlak hakikate ulaşma çabasının başlangıcında genel olarak üç farklı metodoloji kullanıldığını söyleyebiliriz. Bunlardan biri varlığı bir şey(cisim) olmaklık bakımından alan Aristotelesçi yöntem, ikincisi varlığı şey olmamaklık (cisim olmayan, idea) açısından ele alan Platoncu yöntem ve son olarak; ilk defa Farâbîyle başlayan ve İbn-i Sînayla daha da sistematikleşen, varlığı hiçbir şart koşmaksızın mutlak olarak ele alan yöntemdir. Biz bu yazımızda İslam felsefesinin metodolojik olarak dünyada bir ilki başarıp özgün bir felsefe olduğunu ayrıca bu yöntemin de mevcut ve düşünülebilecek her seçenek arasından en sağlıklı, mecburî tek yöntem olduğunu savunacağız.
Bildiğimiz gibi belli bir ilme yönelen insanlar her zaman bir metodolojiyi izleyerek ve tedricî sıralama gözeterek bu işi yapmışlardır. Zira aşamalardan biri atlandığı veya gözden kaçırıldığı zaman, artık inşa edilmekte olan ilim sağlam bir zemine oturtulmamış , şüpheli ve birçok boşluk içeren bir hâle bürünecektir ki bu da istenmeyen bir durumdur. Nitekim bunun yanlışlığı matematik öğreniminde henüz doğal sayıları dahi bilmeyen bir çocuğun, integral gibi ileri bir konudan başlayıp tüm matematiği anlamaya çalışmasının yanlışlığı kadar açıktır. Matematik ilminde olduğu kadar her ilim için aynı problem söz konusudur. Öncelikle bahis mevzuu bilimin temel aksiyomları ortaya konup daha sonra buradan hareketle tikel meselelere çözüm üretmek mecburîdir. Aksi takdirde az önce değindiğimiz problemlerle karşılaşmamak ihtimalden bile değildir. Sistematik bütünlük içermeyen ve analitik sırayı takip etmeyen her biliş faaliyetinin, temelleri sağlam olmadığı için kendi kendini çürüten bir yapıya mahkum olması gerektiği açığa çıkmıştır. Ulaştığı sonuçların -velev ki hakikate isabet edilmiş olsa bile- nihaî olarak gerekçelendirilemeyeceğinden ötürü tahkike ihtiyaç duymadan reddetmek yerinde olacaktır. Rasyonaliteden uzaklaşıp imancılığa kayan bu tarz faaliyetler, yalnızca amacına ulaşamamakla kalmayıp ilimdeki terakkiyetin ve dinamizmin önüne de ciddi bir ket vurmaktadır. Salt inanç bazlı aksiyomlar ile yürümek, bu faaliyeti tamamen keyfi bir hale girmesine sebebiyet verecektir. Bu durumda aynı veya farklı ilimle iştigal eden diğer kimselere de istediği aksiyomlarla başlayıp kendi umduğu sonuca çıkma hakkı doğacaktır ki bu, ilmin ciddiyetini, amacını ve makul doğasını yok eden bir tutum olmaktan öteye gidemez.
Diğer ilimlerde olduğu kadar felsefe de bir biliş faaliyetidir. Kuşatıcı olarak felsefe etkinliği, her ilmin nihaî olarak dayandığı fakat kendisinin hiçbir şeye dayanmadığı küllî ve bedihî önermelerden başlayıp burhan metoduyla sistematik bir şekilde ilerler ve işin sonunda akıl ile ulaşabileceği tüm hakikatleri tespit etmiş olur. Mutlak gerçeğe sistematik ve küllî olarak ulaşma çabası diye tanımlayabileceğimiz felsefe, kişiye tüm varlıklar hakkında konuşma yetkinliği ve ehliyeti sağlayan yegane uğraşıdır. Bu ehliyeti kazanmak elbette bilinen en açık şey yani varlık tasavvurundan başlayıp sırayı göz ardı etmeksizin istidlalde bulunmayı da beraberinde getirir. Varlığın zatî arazlarını ortaya koymak adına, bir varlığın varlık olmak bakımından hangi hükümleri taşıdığını, tüm hususiyetler çıkarıldığında bir şeye mutlak anlamda var dediğimiz için hangi özelliklere sahip olması gerektiğini araştırmak elzemdir.
Bunu daha iyi anlamak adına çeşitli örnekler öne sürelim. Tıp ilmi, öncelikle bir varlığı sağlıklı olmak bakımından ele alır ve buradaki varsayımlardan hareketle canlılardaki hastalıkları tespit ederek onları iyileştirmeyi hedefler. Biyoloji, bir varlığın canlı olmasından ötürü hangi özelliklere sahip olduğunu ele alır yani bir şey sırf canlı olduğu için hangi hükümleri hâizdir bunu araştırır. Fizik, bir varlığı maddî ve hareketli olması açısından ele alarak onun ne anlama geldiğini ortaya koyar. Örneklerde görüldüğü gibi felsefe de tam bu noktada bir varlığın hiçbir hususiyeti olmaksızın sırf “var” olduğu için alacağı hükümlerle başlar. Buna metafizik veya ontoloji de denir.
İslam felsefesi metodolojik olarak “hudurî” bilgilerden başlayarak “husulî” bilgilere, oradan da hareketle gaybî bilgilere ulaşmayı hedefler. İslam filozoflarının anlayışında bilgi, kelamcıların aksine izafet ile değil husul ile ilişkilidir. Filozoflara göre bir şeyi bilmek, o şeyin öznede açığa çıkmasıyla gerçekleşir. Eğer eşyanın mahiyeti öznede açığa çıkarsa buna husulî, varlığı açığa çıkarsa hudurî denir. Misal olarak halihazırda aç bir insan için açlığın bilgisi hudurîdir. Zira onda açlığın varlığı ortaya çıkmıştır. Tok bir insan içinse açlığı düşündüğünde bu bilgi onda husulî olarak gerçekleşmiştir. Çünkü öznede açığa çıkan şey açlığın varlığı değil, yalnızca mahiyetidir. Bu ayrım yine İslam felsefesine özgüdür.
Hudurî ve bedihî bilgileri kendine referans noktası olarak addeden filozoflar, bu bilgiler arasında da hiyerarşik bir sıralama yapmaktan geri durmamıştır. Sözgelimi, kişinin kendi varlığını bilmesi farklı, mutlak varlığı bilmesi farklıdır. Zaruraten mutlak varlıktan başlayan filozoflar sistematik şekilde ilerleyerek önce mantık ve matematik ilmini inşa edip “Zorunlu” , “Mümkün” ayrımlarından hareketle zâtı gereği zorunlu olan bir varlığı, yani vacibül vücûdu ispat ederler. Bu varlık her şeyin nihaî kaynağı ve öncesinde olduğundan mümkünler silsilesi olan âlemin tam illetidir. Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmadan “var” olan ancak her şeyin ona muhtaç olduğu bu varlığın alemin nasıl zorunlu olarak taşırdığı, sıfat ve lâzımlarının neler olduğu, sudur nazariyesinin temel mekanizmaları; âhiret, nübüvvet, ahlak bahisleri ve siyaset filozofların felsefedeki uğraşıları arasındadır.
Son olarak bahsedeceğimiz ayrıştırıcı konu İlm-i İlahîdir. Aristotelesçi yaklaşımda Tanrı’nın bilgisi yalnızca kendisinin bilgisiyle sınırlıdır. Tanrı, kendisinden başkasıyla uğraşmaz ve ilgilenmez zira bu onu alçaltacak bir fiildir. O tek başına zorunlu olarak mevcuttur ve ezeli ve zorunlu maddeyi kullanarak aleme şekil ve hareket vermiştir.
Tanrı’yı yalnızca kendini bilmekle niteleyip bu durumun onda azamet ifade ettiğini düşünen filozofların aksine Müslüman filozoflar Tanrı’nın bilgisi için benzer ve yakın fakat aynı olmayan bir görüş belirtmiştir. Bunu anlamak adına illet ve malul bahislerinden kısaca söz açmak gerekir.
Her mümkün varlığın dışarıdan yeterli bir sebebi vardır ve olmak zorundadır. Bir malul ancak ve ancak tam sebebi(illeti) varsa meydana gelebilir. Tam illeti olduğunda ise artık vücûda gelmek zorundadır. Aklî olan bu kaideler mantık ilkelerinin sonuncusu olan “Yeter Sebep” ilkesini ifade eder. Eğer bir özne, bir şeyin tam illetine epistemik bakımdan vâkıf ise o halde o sebebin sonucunu da tıpkı “2+2” işleminin kastını tam olarak idrak eden birinin, işlemin sonucunu da zorunluluk ile bilmesi gibi tam olarak bilmesi icap edecektir.
Tüm bunları da hesaba katarak yola çıkan Müslüman filozoflar Allah’ın zatının alemi yaratmada eksiksiz ve tam bir illet olduğunu ifade ederler. Zira tek başına Allah’ın zatının alemi yaratmada yetersiz olduğunu söylemek yani tam illet olduğunu reddetmek öncelikle hem aklî ve ayrıca naklî açıdan da uygun düşmeyecektir. Kendi zâtını “hudûrî” olarak bilen Allah’ın, aynı zamanda alemin yeter sebebi olduğu düşünüldüğünde yalnızca kendi zatının bilgisine sahip olmasına karşılık küllî bir şekilde geri kalan her şeyi eksiksizce bildiği açığa çıkmıştır.
Sonuç olarak buraya kadar anlattıklarımızdan İslam felsefesinin özgünlüğünü, onun gerek metodolojik ve yine gerek bu metodolojiyle ulaşılan sonuçlar arasından diğer felsefe okullarından ayrılarak kendine has bir tarz oluşturduğunu ve bunun uygulanması gereken tek seçenek olduğunu işbu felsefenin başındaki temel istidlallerle basit olarak göstermeye çalıştık. Tabi ki bu literatür yazdıklarımızdan ibarettir demek mümkün değildir. Ciddi şekilde üzerine düşünülmesi ve tahkik edilmesi gereken bir çok mesele barındırır.
Yazar: Murat Bilgi
Kaynakça
Farabi, İdeal Devlet, (Çev. Ahmet Arslan), Divan Kitap, 2013.
İbn Sînâ, El İşarat ve’t Tenbihat, (Çev. Ali Durusoy ve Ekrem Demirli), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2014.
İbn Sînâ, Kitabu’ş-Şifa Metafizik, (Çev. Ömer Türker ve Ekrem Demirli), Litera Yayıncılık, 2022.
Necmüddîn el-Kâtibî el-Kazvînî, Hikmetü’l-Ayn, (Çev. Salih Aydın), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2016.