Fıtratın Aklî Tezahürü: Hayy bin Yakzân Örneği – Tuğçenur Erilli

Fıtratın Aklî Tezahürü: Hayy bin Yakzân Örneği – Tuğçenur Erilli

Ağustos 4, 2024 0 Yazar: felsefelog

Editör Notu: ”Fıtratın Aklî Tezâhürü: Hayy bin Yakzân Örneği” adlı okumakta olduğunuz bu metin Tuğçenur Erilli tarafından 10. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi’nde bildiri olarak sunulmuştur. Keyifli okumalar.


Özet

Hiçbir sosyal etki altında kalmadan hayatını bir adada sürdüren Hayy Bin Yakzân’ın akli gelişim serüvenine çalışmamızda yer verilecektir. İnsanın hiçbir sosyal etki altında kalmadan ortaya koyduğu akli gelişimi, kulaklara hayalî gelmekle birlikte hesaba katılması gereken bir serüven olduğu iddiasındayız. Çünkü salt aklın gelişimi üzerinde nelerin etkili olduğunu anlamak adına tüm ihtimaller incelenmelidir. Böylece aklın gücüne etki eden çevre faktörünün yanında diğer faktörler olan fıtrat ve insanda bulunan çeşitli kuvveler de göz önüne çıkmaktadır. Aynı zamanda Hayy Bin Yakzân adlı eser çeşitli bireylerin sahip olduğu farklı kavrayış güçleri ile ne kadar ileri bir düşünce dünyasına gidebileceğini gösteren bir eserdir. Bu farklı kavrayış şekilleri bazı bilgi türlerini ortaya çıkarmaktadır. Aklın gelişimine nelerin etki ettiğini anlamak için, öncelikle eserdeki karakterlerin aklı kullanmadaki rolleri incelenip sonrasında insanda ortaya çıkan bilgi türlerinin fıtratla ilişkisi değerlendirilecektir. Çalışmamızda ana kaynak olarak İbn Tufeyl ve İbn Sînâ’nın Hayy Bin Yakzân isimli eserlerinden, ikincil kaynak olarak ise diğer kitap, makale ve araştırmalardan yararlanılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Hayy Bin Yakzân, Kavrayışlar, Bilgi Türleri, Fıtrat.


Fıtrat Kavramı ve Hakkındaki Görüşler

Fıtrat kavramı ayet ve hadislerde “fatr” kökünden türemiş fiil ve isim olarak geçmektedir. Sözlükte ilk yaratma, yaratılış, belli yeteneğe sahip oluş, yarmak, icat etmek, başlatmak gibi manalara gelmektedir.[1] Istılah manasında ise “yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir”[2]

Kur’anda ‘Fatr’ kökünden türemiş isim veya fiil halinde bulunan 19 ayet vardır. Hadislerde de bu kelime bolca geçmektedir. Fakat daha önce bahsettiğimiz problemlerin merkezinde daha çok, “Sen yüzünü Hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir” (er-Rûm 30/30) mealindeki ayet ve “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecûsi (farklı bir rivayete göre hatta müşrik) yapar” (Buhari, “Cenâ’iz”, 79, 80, 93; Müslim, “Kader”, 22-25) mealindeki hadis vardır.[3]

Fıtrat kavramı hakkında görüşleri belirtirken ilgili oldukları dini kaynaklara da yer vereceğiz. Söz konusu görüşleri dört ana maddede toplayabiliriz;

1. Başta selef ulemasının çoğu dâhil birçok âlim, naslardaki fıtrat kelimesini “İslâm” olarak kabul edip ‘İslâm fıtrî dindir’ şeklinde düşünmüşlerdir. Buna göre diğer dinler ise tahrip edildikleri için, ana yol olarak kabul edilen İslâm’dan sapmış bulunmaktadır.

2. Bazıları ise Allah insanı hangi hal üzere yarattıysa sonunda o hale dönecek (el-A’râf 7/29) manasına gelen ayeti şu şekilde yorumlamışlardır; insan mümin yaratıldıysa mümin ölecek, kâfir yaratıldıysa kâfir ölecektir. Ölen çocuğa ise yukarıdaki hadise dayanılarak dünyada ebeveynin dinine göre muamele edilecektir. Fakat bu görüş kelâmi tartışmalar içermekte olup konumuzun dışındadır.

3. Âdem’in nesli dünyaya gelmeden önce iman ettiğini Allah’a ikrar edip mîsâk (söz) vermiştir (el-A’râf 7/172). Herkesin yaratıcısını tanıma ve ona kulluk etme eğiliminin doğuştan var olmasına delil olarak bu ayet gösterilir.[4] Yani buradaki fıtrat kavramıyla herkesin doğuştan bir bilgi düzeyinin olduğu kabul edilmektedir.

4. Diğer bir görüş, fıtrat üzere doğanların sadece Müslümanlar olduğunu kabul eder. Aksi takdirde Allah’ın “andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık” demesi manasız görülür.[5]

İslami anlayışta tüm çocukların günahsız doğduğu kabul edilirse bu görüş pek isabetli görünmemektedir. Çünkü anneden günahkâr olarak doğmak İslam inancında değil, Hristiyan inancında bulunmaktadır. İslam ve diğer dinlerin bozulmamış hali olarak İbrahim’in (Bakara 2/ 135) ‘Hanîf’ (er-Rûm 30/30) dini kabul edilmelidir. Böylece tüm çocuklar günahsız olarak doğmuş, fakat sonradan oluşan birtakım etkiler ile birlikte bir dine mensup olmuşlardır denilebilir.

Fıtratın farklı türevlerinin bazı ayet ve hadislerde yer yer kullanımından dolayı manası üzerinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Görüş farklılıklarının ana sebebi ise küfür ve isyanın doğuştan, yani Allah’ın takdiri ile mi yoksa insanın irade etmesiyle sonradan mı olduğunun ortaya konulma çabasıdır.[6] Kelâmi tartışmaların sonucunda çıkan problemler ciddi olduğu için fıtrat kavramına verilen mana da önemlidir. Fakat bu çalışmada kelâmi tartışmalara girmeyeceğimiz için, sadece mevcut görüşleri özetlemekle yetindik.

Bilgi Nazariyesi Üzerine

İbn Tufeyl, Hayy Bin Yakzân adlı eserinin başında, insanların “meşrikî hikmete”[7] kavuşmaları için nazari bilgi ve manevi bilgiyi birbirinden ayırmamaları gerektiğini söylemektedir.[8] Bunu yapan Bazı sûfilerin ve Gazzâli’nin de meşrikî hikmete kavuştuğundan bahseder. Ona göre bazı sûfîler sadece manevi bilgiye sahip olduklarından dolayı cezbe halindeyken hoş olmayan sözler sarf etmişlerdir. Fakat Gazzâli felsefi bir bilgi olan manevi ve nazâri bilgiye sahip olduğu için fenâ makamına eriştiğinde onlar gibi aşırılıkta (şatahatta) bulunmamıştır.[9]

İbn Tufeyl, İbn Sina ve Gazzali’nin tasavvufi düşüncesinin dayandığı nihai nokta İşrâkî felsefe geleneğidir.[10] Buna göre insan, yaratılışı gereği Allah’ı tanımaya eğilimli olarak dünyaya adım atmaktadır. Bu tanımı “fıtrat” kavramı karşılamaktadır.[11] İbn Tufeyl’in ve İbn Sina’nın Hayy Bin Yakzân adlı eserleri de İşrakî geleneğe bağlı sembolik anlatımlar ile fıtratın farklı kavrayış/bilgi güçlerine sahip olan insanlardaki yansımasını okuyucuya sunmaktadır.[12] Sonuç olarak herkesin manevi bilgiye bir miktar ulaşması, fıtratı gereği zorunludur fakat herkesin bu bilgide derinleşme derecesi yine fıtratının gereği olarak farklılaşmaktadır.

Hayy Bin Yakzân’ın serüveni, adaya nasıl bebek halinde geldiği konusunda iki görüş ileri sürülerek başlıyor. Kanaatimce İbn Tufeyl bunları açıklarken aslında insan fıtratının çeşitliliğini de ortaya koymuştur:

“..emr-i ilâhi olan ruhu kabul etme konusunda varlıkların istidad ve kabiliyeti de ayrı ayrıdır… Eğer insanda tecelli eden rûh, fıtrat gereği bulunması gereken diğer bedenî  unsurlara baskın gelip onları yok edecek kadar kuvvet kazanırsa –ki bu ancak büyük nebîler için mümkün olabilir- ışığı toplamak ve almakta ifrâd dereceye varan, karşısına gelen şeyi yakan merceksi ayna gibi olur.”[13]

Anlaşıldığına göre ruh kuvvet kazanabilen bir özelliğe sahiptir. Yani ruhun doğuştan bilgisinin yanında kesbî bilgiye de ihtiyacı bulunmaktadır. Bu sayede ruh, kuvvet kazanabilir. Eğer ruhun manevi bilgisinin yanında nazari/teorik bilgisi de olursa sonunda meşrikî hikmete kavuşabilir. Bu ikili bilgi nazariyesinin aslında muhatapların kavrayış farklılığını oluşturan asıl unsurlar olduğunu söyleyebiliriz.

Gazzâlî de eserlerini farklı muhatap kitlelerine göre farklı içeriklerde yazdığı için eleştirilmiş, kendi içerisinde çelişmekle suçlanmıştır.[14] Bunun üzerine bu davranışından dolayı özür dilemiştir.

            “Gazzâlî yorum ve düşüncelerini ifade edişini 3’e ayırır:

  1. Geneli ve çoğunluğu oluşturan halkın görüş ve inanışlarına katılarak ifade edilenler.
  2. Soru soranın, bir konuda aydınlanmak isteyenin vaziyetine göre ifade edilenler.
  3. Düşünen kimsenin kendi vicdanî kanaatine göre ifade edilenler.”

Gazzâlî “muhataba göre” ifadenin gerekliliğini aslında üç maddeyle özetlemiştir. Gazzâlî bunlardan dolayı haklı olarak eleştirilmesini olağan karşılamaktadır. Fakat sonrasında söylediği sözü, hayat anlayışının mottosu denilebilecek bir ifadedir:

“Manaca birbiriyle zıtlık oluşturan bu sözlerin hiçbir faydası olmasa bile, muhâtabı atalarından taklit yoluyla miras aldığı inanış ve düşüncelerinde şüpheye düşürmek gibi bir faydası vardır. Bu fayda, insanı doğru yola ve hakikate doğru yönlendirmek için yeterlidir. Çünkü, şüphesi olmayan kimse bakmaz, bakmayan görmez, görmeyen kör ve şaşkın kalır.”[15]

Gazzâli’nin bu ifadeleri aslında hakikatin ancak “şüphesi olan” ve “bakan” insanlar tarafından görebileceğine işaret etmektedir. Bununla beraber İbn Tufeyl de salt taklit yoluyla inananları eleştirmiştir. Onları bu felsefi hikâye ile hakikate (tahkiki imana) yönlendirmek istemiştir.[16]

“Büyük nebîleri (enbiya-i izâm)’ı izleme yükümlülüğünü üzerinden atarak sefihlerin peşi sıra gitmek isteyen birtakım zavallı insanların bu yanlış görüşleri, yeteneksiz kimselerden uzak tutulması gereken gizlerden sanarak bunlara inanmalarından, dolayısıyla da bu tür görüşlere muhabbet besleyerek aldanmalarından endişelendik. Böylesi kimseleri düşünmeye ve araştırmaya yönelterek, yanlış yolda   yürümelerini engellemenin daha uygun olacağını düşündük. Fakat şunu da belirtmemiz gerekir ki, bu sayfalara aktardığımız gizleri büsbütün de örtüsüz bırakmadık. Ehli olanların kolaylıkla yırtabileceği; bu sırlara erişmesi doğru olmayanlar için ise oldukça kalın sayılabilecek ince bir örtü ile üstünü örttük.”[17]

İbn Tufeyl, eserinde herkesin “hakikati” tam anlamıyla kavrayamayacağını belirtmiştir. Böylece bireylerdeki kavrayış farklılığına dikkat çekmiştir.

Bireylerdeki kavrayış farklılığına dair için Ebû Reyhân el-Bîrûnî’nin Tahkîk-u Mâ li’l-Hind (Bîrûnî’nin gözüyle Hindistan) adlı eserinde de örnekler görmek mümkündür. Bîrûnî, havas ve avamın Tanrı’yı kavrayış noktasında ayrışmasını daha çok bireylerin soyut ve somut anlayışlarına bağlamıştır.Havas sınıfından birisi Tanrı’yı tenzih etmek için: “Tanrı bir noktadır.” demiş ve bedensel niteliklerin Tanrı’ya ait olmadığını ifade etmek istemiştir. Halkın avam tabakasından birisi ise onun Tanrı’yı bir nokta kadar küçük olduğunu kastettiğini zannetmiştir.[18] Bîrûnî sadece yaptığı bu gözlemle dahi bireyler arasındaki kavrayış farklılığını ortaya koymayı başarmıştır.

İbn Tufeyl’in eserini de farklı kavrayışa sahip kahramanlar oluşturmuştur. İbn Tufeyl’in eserinde, “havas” hem manevi (içsel bilgi) hem de nazarî bilgiyi (düşünerek kazanılan bilgi) anlama yetisine sahipken, “avam” daha çok zahirî olarak nazarî bilgiyi anlama yetisine sahiptir.

Hayy Bin Yakzân’ın Kendi Çabasıyla Öğrendikleri

Hayy bin Yakzân adada sosyal bir etki olmadan özetle şunları öğrenebilmiştir;

0-7 yaş aralığında bir ceylanın onu emzirip korumasıyla büyümüş ve onları taklit etmiştir, en çok taklit ettiği şey ceylanların kendine özgü çıkardıkları sesler idi.[19] Aynı zamanda Hayy’ın zamanla hayvanları birbirinden ayırt etme gücü de gelişti. Artık onları görmeyince de hayal edebiliyor ve şekillerini düşünebiliyordu. Zamanla kendisinin onlardan farklı olduğunu gördü.

Hayy hayvanları gözlemlerken onlardaki boynuzların faydalarını, hızlı koştuklarını, avını kolayca yakaladıklarını vb. şeyleri fark etti. Benzer kabiliyetlerin kendisinde olmadığına üzüldü. Aynı zamanda hayvanların üzerlerinin, mahrem yerlerinin tüylerle kuyruklarla kapalı olduğunu görürdü ve kendisinde böyle bir koruyucu olmadığı için üzülürdü.[20] Fakat ellerini keşfeden Hayy, “Ellerinin diğer hayvanların ellerine oranla daha becerikli ve önemli olduğunu keşfetti.”[21]

7-14 yaş arasında Hayy, birlikte yaşadığı onu koruyan, büyüten ceylanın ölümüne şahit oldu. Hayatının en aciz anlarından birini yaşayan Hayy, ceylanı yaşama döndürebilmek için onun organlarındaki bozuk veya işleyişi aksamış tarafı bulmaya çalıştı. Bu sayede bir canlının dış organları ve iç organlarıyla ilgili bilgileri öğrendi. Hayy ceylanın kalbine ulaşması ile birlikte ruhu kavramaya bir adım daha yaklaşmış olacaktır.

14-21 yaş aralığında Hayy, kalpteki ruhu hissetti. Çünkü keşif yaşındaydı ve ateşi de keşfetti. Eğri olanları ateşle doğrulttu ve fıtrî silahlardan mahrum olduğu için, daha iyisini yapmaya ellerinin elverişli olduğunu anladı ve kendine mızrak yaptı.[22]

21-28 yaş arasında Hayy artık teorik düşünce kabiliyetini edindi. “Suyu, buharı, kar, dolu ve dumanı, yalazı, kor ve sıcaklığı kılı kırk yararcasına araştırdı. Her birinde uyuşan ve çelişen hareketler gözlemledi…”

Eşyanın bazı özellikleri bakımından aynı, bazı özellikleri bakımından da ayrı olduğunu düşündü. Aynı olan özellikler yönüyle bütün eşya bir ve benzer görülürken, ayrı olan özellikler yönüyle bütün, değişik ve çoktular… Hayy tüm âlemi ve içindekileri hesaba kitaba sığmaz bir çokluk (kesret) içinde görmeye başladı.[23]

Hayy artık canlıları türlerine göre sınıflandırabilmeye başlamıştı. Bu yavaş yavaş onu birlik görüşüne götürmeye başladı. Nihayetinde hayvanlar, bitkiler, cansız eşyalar hepsi cisimdi. Böylece ruhların tek bir kaptaki su gibi bir olduğunu fakat suyun farklı kaplara boşaltılarak yani ruhların farklı bedenlere girmesiyle çokluğun oluştuğunu düşündü.[24]

Hayy, cisimlerin hareketlerini de keşfetti: cisimler iki hâlden birinde bulunuyordu: duman ve su buharı gibi yukarı doğru hareket edenler ve hayvan bitki gibi aşağıya doğru hareket edenler gibi.[25]

28-35 yaş arasında, değişik suretler alabilen cisimlerin öz itibari ile “madde veya “heyulâ” olduğunu anlamış ve heyulânın bütün suretlerden soyutlanarak düşünüldüğünü belirtmiştir. Sonrasında Hayy akıl yürütme ile hissedilebilen âlemden biraz ayrılıp akledilir âlemin özüne yaklaşınca garip bir ürkünçlük duygusuyla bu âlemden kaçmaya başlamıştır. Çünkü alışık değildir. Fakat yavaş yavaş buna da alışmaya başlayarak düşünmeye devam etmiştir.[26]

Hayy, her cismin madde ve suretten oluştuğunu anlayınca, suretlerdeki bu farklılıkların sebebini düşündü ve bir “yaratıcı” bulunmasının zorunlu olduğunu anladı:

            “Bir cisim olan suyun ancak tek türlü hareketi kabul etmesi ve başka türlü harekete yatkın olmaması, onun suretinden kaynaklanan bir yetenektir… Hayy, düşündüğü bütün suretlerde aynı sonuca ulaştı. Böylelikle önceden suretinden kaynaklandığını sandığı fiil ve etkilerini aslında suretin değil, sureti bir âlet gibi kullanan bir fâilin eseri olduğunu keşfetti.”[27]

Hayy’ın merak duygusu artık göğe yöneldi. Sonluluk ve sonsuzluk üzerine akıl yürütmeleri yaptı. Sonuçta asıl olanın yokluk olduğunu düşündü. Sonrasında zaman kavramına yöneldi ve zamanın kâinatla birlikte yaratıldığı sonucuna ulaştı.[28] Hayy, tüm âlemi yokluktan meydana getiren ilk yaratıcısının zâtı hakkında da düşüncelere daldı:

“Cisimlerin en başta gelen özelliği uzamdır. Yani her cismin bir eni, boyu ve derinliği vardır. Kâinatın Yaratıcısı ise, gerek uzamdan, gerekse uzama bağlı olan cismanî sıfatlardan münezzeh ve müberra olmalıdır. Yaratıcı, kâinatın var edicisi olduğu için, bunlara olan ilgisi kudreti ve ilmi yönüyledir. ‘yaratan bilmez mi? O latiftir, habîr (her şeyden haberi olan)dir.’ Fail eğer noksan sıfatlardan münezzeh olmasaydı, mutlak yokluk bütün varlıklara (mevcûd) varlık (vücûd) veren, mutlak varlık (mevcûd-u mutlak) olan bizâtihi Vâcibu’l-Vücûd olan Zât’a izâfe edilmiş olurdu. Demek ki varlık onundur ve gerçek varlık sahibi odur, o, ancak o’dur.”[29]

35 yaşına geldiğinde Hayy’ın Tanrı kavramı hakkındaki düşünceleri şu şekilde sıralanabilir:

  • Bir yaratıcı var (muhdis).
  • Bir sebebe bağlı değil.
  • O, madde, sûret ve uzam gibi cismî özelliklerden münezzehtir.
  • Kâdim ve ezelidir.
  • Sonsuz bir işi yapacak kadar kudretli.
  • Eşsiz yani kıyaslanamazdır.

35-42 yaş arasında, ulaşmış olduğu marifet seviyesi, kendi zâtının da muhdisi olan Fâili bilme isteği uyandırdı. Sadece failini düşünme isteği, onun yarattığı her şeyde sanatını bulmasına sebep oldu. Böylece adeta kalbi daha da mutmain oldu ve “bayağı âlemden soğuyarak, akledilir yüksek âleme bağlandı.”[30]

42-49 yaş arasında, Hayy O’nun zâtını düşünmekten kendi varlığını düşünmeye geçti, “O’nu kendi zâtı, özü aracılığıyla kavradığını; varlığının marifetine ulaştığını anlamıştı.” Duyu organları, sadece cisimleri tanımlayabildiği için, kendi zâtında Vâcibu’l-Vücûd’u idrâk eden şeyin ancak O’nunla ortak bulunacak bir şey olduğunu anladı.[31]

Hayy tüm kavrayış kuvvetlerini gözden geçirdiğinde onların bilfiil olmadığı zaman bilkuvve olarak bulunduğunu görüyordu. Gözleri ile bakarken bilfiil görürken, yumduğunda bilkuvve görme niteliği kendisinde bulunuyordu.[32]

İnsan görmediği şeyi merak eder mi? Hayy, insanın önceden görmediği şeye daha sonra iştiyak, merak ve sevgi besleyemeyeceğini anladı. Hayy bin Yakzân bu yaşına kadar ki arayışının sebebini anladı. Öncelerden bilfiil olarak ruhunun Vâcibu’l-Vücûd olan yüce zâta “eles bezmi”nde misâk verirken gördüğünü düşündü. O yüce zâta dünyadaki yönelişinin bu yüzden olduğunu anladı. O’na yönelenlerin ruhu bedenlerinden ayrıldıktan sonra sonsuz bir lezzet, bitimsiz bir coşku, sevinç içerisinde olacaktır. Fakat dünyaya geldikten sonra ondan yüz çevirenin halini ise İbn Tufeyl şöyle anlatmıştır:

            “Eğer ölmeden önce, bedeni yönetip kullandığı süre içinde Vâcibu’l-Vücûd’un varlığının bilgisine ermiş;   yetkinlik ve azametini, saltanat ve kudretini bilmiş, ancak buna rağmen O’ndan yüz çevirmiş, hevâ ve hevesine uymuş ve bu durumda iken yakasını ölümün pençesine kaptırmış ise, öldükten sonra O’nu müşâhede etmekten mahrum kalır; O’nun cemâlini görme özlemi duyarak uzun bir azap ve sonsuz bir acı çeker. Sonra yeteneğine ve dünya hayatındaki hazırlığına göre ya uzun bir meşakkatten sonra çektiği acılardan kurtularak önceleri özlemini duyduğu zâtı müşâhede eder ya da ebediyen acılar içinde kalır.”[33]

Demek ki insanın bedeniyle uğraşmayı bırakıp ruhunun ilk muhatabı olan Vâcibu’l-vücûd olan zâta yönelmesi gerekmektedir. Hayy kendi bedenini eğitmeye başlar ve bedeni ihtiyaçlarını en aza indirger ve hep O’nu düşünmekten başka bir şey yapmazdı. Seneler içinde Hayy “fenâ makamı”na erişerek zâtında meydana gelen hal ile kendinden geçti. Fakat O yüce zâtın şeriatından habersizdi. Hayy, fıtratını yani mîsâğını koruduğu için hanif/temiz bir inancı bulunmaktadır. Fakat bu, Vâcibu’l-vücûd olan yüce zâtı bilmek, ona yakınlaşabilmek ve onunla bir olmak için yeterli değildi. Bu yüzden Hayy’ın, yaratıcısına kulluk da etmesi gerekiyordu. Kulluk, tüm eylemlerimizi ‘onun rızasına uygun yapmak ve onu düşünmek demektir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 51/56). Hayy Bin Yakzân tüm vasıflarıyla Allah’a inanmıştı, Absâl’ın da adaya gelmesiyle Allah’ın vahyini de teyit edip inanarak ve inancının gereklerini yerine getirerek hayattaki kulluk görevini tamamlayacaktır.

Hayy Bin Yakzân karakteri, çok düşündüğü için çok merak eden, çok merak ettiği için çok öğrenen, öğrendikleri hakkında da “şüpheye düşen” ve tekrar merak eden bir yapıya sahiptir. O bitmez bir tefekkür içerisindedir. Böyle bir karaktere sahip olduğu için Cenâb-ı Hakk’ın bilgisine ulaştığı söylenebilir:

            “Hak Teâlâ’nın zatının hiçbir şekilde çokluğu kabul etmediğinin ve zâtını bilmesinin zatıyla bir ve aynı olduğunun ayrımına varmasıyla önceki kanaatleri daha bir güç kazandı. Bundan hareketle, kendi zatına    ilişkin bir bilgiye erişen kimsenin ulaştığı bilginin, zâtı ile aynı olduğu sonucuna vardı. Kendi zatına ilişkin bilgisi, zâtının varlığının da gerçeklik kazanmasıydı. Zâtın varlığının bilinmesi, ancak zâtla mümkündü. Başka bir şeyin zatının bilinmesi, özsel bir özdeşliği gerektiriyordu. Daha önce çok zannettiği, maddeden soyutlanmış olan ve Tanrı’yı bilen zâtlar, bu bilgi aracılığıyla bir tek şey (şey-i vâhid) oldu.”[34]

Böylece Hayy Bin Yakzan’ın meşriki hikmete kavuşma serüveni, tabiatı gözlemleme ile başlayan nazari düşünme biçiminin manevi bilgi ile birleşmesi ile tamamlanmıştır.

Hayy Bin Yakzan’da Fıtratın Tanrı’yı Bulmada Aklî Tezâhürü

Fıtrat doğuştan gelen, her insana bahşedilen kendine özgü meyildir.[35] Her insanda ortak meyiller ve farklı yetenekler vardır. Her ne kadar önceki âlimler fıtrat hakkında çeşitli görüşler belirtseler de genel mana olarak fıtrat kavramı, âdemoğlunun kendini ve âlemi var eden fâilini bulma konusundaki meyil yani yaratanı tanıma ve kulluk etme isteği olarak kabul edilebilir. Bu konu hakkında inanma meylini temellendirmek üzere şöyle bir akıl yürütmede bulunabiliriz,

  1. Her insanda merak duygusu vardır.
  2. Öğrenmek ise merakın delilidir.
  3. Akıl ise öğrenmenin aracıdır.
  4. O halde her insanda merak ve akıl vardır.
  5. Dolayısıyla her insanın öğrenme meyili vardır.
  6. Öğrenmek hareketi gerektirir.
  7. Her insan inandığına göre hareket eder.
  8. O halde herkeste inanma meyili de vardır.

Her insanda merak duygusu vardır. Küçüklüğünden beri bir şeyler öğrenmesi bunun delilidir.  Akıl ise merakların giderilmesi için bir araçtır. Merakla birlikte yürütülen aklî soruşturma sonucunda ulaştığımız her şey aslında inancımızı oluşturmaktadır. Ne kadar bazen soruşturmadan ve araştırmadan yani taklid ederek inandıklarımız olduğunu düşünsek de aklî olarak, iman edip etmemeye karar vermemizin sebebi de bir inanma sonucundadır. Her halükârda pratiğe döktüğümüz eylemlerin tümü, bir inancımız sonucundadır.[36] Bu açıdan bakarsak inançsızlık diye bir şey yoktur diyebiliriz. Yani her insanda ortak olarak “inanma meyili” vardır.

Muhammed Hamdi Yazır da fıtrat kavramını, her bireyin kendine has olan farklı farklı özellikleri değil, “tüm insanların insan olma bakımından yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan genel yaratılış” olarak açıklamıştır. Buna göre fıtrat hakkındaki üçüncü görüş olan misâk ayeti’nin gereği olarak, herkesin doğuştan gelen fıtrî yatkınlığı vardır, bu da doğuştan getirilen bilgiye[37] işaret etmektedir:

            “Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (el-A’râf 7/172)

Fakat insan dünyaya geldiğinde verdiği bu misaktan yani sözden habersiz gibidir. Hatta biz böyle bir şey hatırlamıyoruz deriz. Fakat içimizdeki ortak inanma meyili (fıtrat), bizi alemlerin ötesinde verdiğimiz söze götürebilir. Çalışmamızın konusu olan Hay b. Yakzan da bu bağlamda aslında hepimizden bir parçadır. Fakat o sosyal bir ortamın tesirinde kalmamış sâfi (pure) bir örnektir.

Yukarıdaki misâk ayetine göre fıtrat, doğuştan herkeste bulunan bir yetidir. Yani bu bilgi Müslümanlara has değildir. İbn Tufeyl’in Hayy Bin Yakzân adlı başkahramanı, Absâl’ın onun adasına gelene kadarki bilgi seviyesi işte tam olarak yukarıda bahsettiğimiz saf doğuştan getirilen bilgi yani a priori bilgi seviyesidir. Aynı zamanda fıtratın sağladığı öğrenme duygusunun yanı sıra, tecrübi bilgi ya da deneysel bilgi dediğimiz a posteriori bilgi de öğrenmede rol oynamaktadır. Eserde a posteriori bilgi türüne, kesbî marifet yani kazanılmış bilgi denmektedir.[38] Gördüğümüz gibi a priori bilgi, içerisinde inanma meylini barındırdığı için kanaatimizce insanı öğrenme eylemi için harekete geçiren bilgi türüdür. Bu itici güç ile birey, öğrenme eylemi gerçekleştirir, sonrasında ise asıl Birlik’e, yaratıcısına aklen ulaşır. Bu bilgi türünün herkeste var olması kaçınılmazdır. Çünkü merak duygusu veya öğrenme duygusu dediğimiz fıtrat bebeklikten itibaren herkeste mevcuttur. Örneğin kimse, ben bebekken veya çocukken hiç soru sormadım, diyebilir mi? Bu durum merakla başlayıp öğrenme ile sonlanan fıtrata dönüş sürecine kanıt olabilir.

Buradan sonrasında ise başka bir bilgi seviyesine geçilmektedir. Çünkü Hayy Absâl’la konuşmaları sonucunda, kendi çabasıyla öğrendiklerinin onun getirdiği şeriat haberleri ile uyuştuğunu fark etmiştir.[39] Absâl’ın Hayy’ın adasına gelmesiyle Hayy’da bir takım sosyal etkiler başlamaktadır. Bundan sonraki serüveninde Hayy b. Yakzân sanki gerçek hayattaki bize daha çok yakınlaşmaktadır. Çünkü artık Hayy’ın etrafında diğer insanlar var olmaya başlamış böylece toplumsal yaşamı tatmıştır. Serüveninin bu kesitinde Hayy, başka bir bilgi türü olan vahiy bilgisi ile karşılaşmaktadır.

Çocuk fiziki yönden büyürken aklî yönden de gelişmeye başlar ve zamanla çevresinin yaşamı ve öğretiminden de etkilenmeye başlar. Tam olarak aklî olgunluğa erişmeden önce ise bu etkiler vesilesiyle çeşitli huylar edinebilir ve bu huylar bir karakter oluşturursa bunlardan kurtulmak zordur.[40] Peygamber’in de bildirdiğine göre “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecûsi (farklı bir rivayete göre müşrik) yapar.”

Bu yüzden aklî olgunluğa erişmeden önce, aldığı eğitim kritiktir çünkü tüm hayatını etkileyebilir. Ancak ortalama olarak 20 yaşlarında aklî olgunluğa erişen her birey artık kendi muhasebesini yapacak haldedir. Bu yaştan önce de bireyin aklî muhasebe sonucu doğru bilgilere varabilmesi muhtemeldir, çünkü aklın işlevi hiçbir dönem kapsam dışı edilemez. Ama 21’li yaşların aklın teorik düşünme becerisini kazanması bakımından genel olarak kabul edildiğini söyleyebiliriz.[41] Ortalama bu yaştan sonra ise meşriki hikmete kavuşabilmek, her bireyin kendilerinde bulunan çeşitli kuvvelerini kullanarak doğuştan bilgi seviyesi olan “misâkına” dönme çabasına bağlıdır. Bu da kazanılmış bilgiyi (kesbî marifet) oluşturmaktadır. Şimdi kazanılmış bilgiye götüren kuvveleri inceleyelim.

İnsanda Bulunan Kuvveler

 İbn Sinâ’nın Hayy Bin Yakzân’ında ise Hayy karakteri insandaki birçok kuvveden sembolik bir dille bahsetmiştir:

            “Kendi şehrimde iken şöyle bir tesadüf meydana geldi. Arkadaşlarımla birlikte o şehrin çevresinde           bulunan gezinti yerlerinden bir yere gezmeye çıktım. Orada gezinip dolaştığımız bir sırada uzaktan, güzel görünüşlü akıllı, yaşı ilerlemiş, uzun yıllar görüp geçirmiş bir ihtiyar beliriverdi. Bir delikanlı   tazeliğindeydi. Hiçbir kemiği gevşememiş, boyu posu, endamı hiç yok olmamıştı. Üzerinde yaşlılarda bulunan heybetten başka hiçbir yaşlılık belirtisi yoktu.”[42]

Burada geçen “arkadaşlarımla birlikte çıktım” ifadesi, insan nefsini (ruhunu) tabii işlerinden alıkoyan kuvvetlerdir: Gazâb kuvveti, şehvet kuvveti ve mütehayyile (hayal etme) kuvveti gibi. Bu kuvveler insanın olmazsa olmazıdır. Çünkü bunları “iyi” kullanabilenler sadece doğruyu bulacaktır. Kötü kullanan ise ancak kötüyü elde edecektir.

            “Bedenin durup uygun olanı araması için şehvet kuvveti gereklidir. Uygun olmayanı kendisinden uzaklaştırması için gazab kuvveti gereklidir. Vehime ulaşmış olan nefsin ilimlere ulaşması için tahayyül (imgelem) kuvveti gerekir.”[43]

Bu sözden anlaşıldığı gibi her kuvvet insan için birer gereksinimdir ve hiç birisi kendi başına tamamen iyi veya kötü değildir. Bunlar nerede, nasıl ve ne ölçüde kullanılması gerektiği doğru hesaplandığı sürece insanı iyiye, doğruya yani fıtrî karaktere götürür. Fakat denge sağlanamazsa kötülük elde edilir.

 Yukarıda bahsedilen “iyi” aslında fıtrat hadisiyle emrolunan misâktaki sözdür. Yani çevrenin insanı etkilemeden önceki haline dönmektir. Her insan eğer iyi için çabalarsa fıtrata dönecektir. İsfehânî de Allah-u Teâlâ’nın “Şüphesiz biz onu (ömür boyu yürüyeceği) yola koyduk. O bu yolu ya şükrederek ya da nankörlük ederek  kateder.” (İnsan, 76/3) şeklindeki ayetini böyle yorumlamıştır.[44] Bireyler bu çabalarının sonucunda ise kesbî bilgiye ulaşacaktır. Allah çabalayanın yardımcısı olduğu için[45] kendi şeriatıyla yani vahyiyle bireyi tanıştıracaktır.

Diğer Karakterler ve Kavrayış Güçleri

Kesbî bilgiyle mîsâktaki halimiz olan fıtrata dönmek, şüphe duygusu ile gerçekleşmektedir. Buradaki şüphe duymaktan maksat cevaba ulaşıldığında duyulan tatmini reddetmeyen sonlu bir şüphedir. Aksi takdirde sınırsız şüphe insanı dinde sabit kılmaz veya bilginin varlığını kabul etmez hale getirebilir. Böylece insandaki inanma ihtiyacı karşılanmaz ve insan psikolojik olarak huzursuz kalır.

Bu eserde Hayy filozofu, Absâl sufiyi, Salamân ise kurallara bağlı din âlimi tipini ağırlıklı olarak temsil ettiği söylenebilir.[46] Hayy toplumun etkisinden uzak yalnız başına doğada yaşarken saf şüphelerinin peşinden giderek nazarî-hissî bilgiden manevî bilgiye doğru yol almıştır. Salamân ve halkı ise zahirle yani görünenle bir bağ kurmuştu. Fakat onlar da muhtemelen fıtratları gereği, zahirî-nazarî bilgi ile Allah’a tutkuyla bağlılardır. Çünkü Absal Hayy’ı, toplumun içine götürdükten sonra Hayy’ın anlattığı dinin batınî yönünün halkın dinden ve ibadetten soğumasına sebep olduğunu şu ifadelerden anlıyoruz:

            “Hayy’ın açıklamaları yavaş yavaş topluluğun canlarını sıkmaya, içlerini daraltmaya başladı. Hayy’ın yabancı oluşunu, arkadaşları Absal’ın hatırını gözeterek ona güleryüz göstermelerine rağmen içten içe ona kızıyorlardı. Hayy gece gündüz demeden büyük bir yumuşaklıkla gizli ve açık gerçekleri tüm  yalınlığıyla gözler önüne sermekten geri durmuyordu. Ne var ki açıklamalar, onları gerçeğe çekecek yerde doğru yola duydukları nefreti artırıyordu.”[47]

Hayy’ı toplumun içerisine sokan Absâl ise toplumun içerisinde yetişmiş olup fakat üstün fıtratı gereği zahiri düşünen halktan fazla etkilenmemiştir ve manevî bilgiye ulaşmak için zahiri düşünen bu insanlarla arasındaki çizgiyi korumuştur.

İbn Tufeyl’in felsefesine göre toplumun iki kavrayış gücü vardır. Zahirî kavrayış biçimine sahip olan tarafı Salaman, batınî kavrayış biçimine sahip olan tarafı ise Absâl temsil etmektedir.[48] Toplumdaki bu iki taraftan birinin eksikliği vahyi anlamadaki zahirî-batınî dengesini de bozacağı için iki kavrayış biçimi de toplum için elzemdir. Toplumdan tamamıyla kopuk yaşayan Hayy ise fıtrata dönmek için çabalandığında tek başınayken de hakikate ulaşılabileceğini okuyucuya göstermiştir. Hayy Bin Yakzân karakteri, okuyucuya şunu da göstermiştir ki eğer batıni kavrayışın ürünü olan nazâri/teorik bilgi, fıtrata dolayısıyla ilk verilen söze yani “mîsâka” dönülmesine vasıta oluyorsa manevî bilgi de peşi sıra gelecektir.

Sonuç

Fıtrat hadisinde bahsettiğimiz üzere insanlar hayat yolculuğunda fıtrat üzere kalamayabilir. Çünkü anne-baba ve çevre onu zaman içerisinde değiştirir. Bu bakımdan fıtrat, başladığın “mîsâka” yani seni Yaratan’a verdiğin söze dön, demektir. Bireyin her daim fıtrata dönme çabasında olması gerekir. İnsanın fıtrata dönme çabası ise kuvveleri kötü şekilde değil, iyi şekilde kullanmayı içermektedir.

Dönülmesi gereken fıtrat kavramını ise herhangi bir dinden önce temiz fıtrat olarak anlamamız gerekir, yani bu hal mîsâktaki temiz, saf, hanîf halimizdir. Böylece fıtrata dönme çabası diğer dinlere mensup olanları dışlamamaktır. Fakat herkesin kendilerini içinde buldukları dinin veya inançların sorgulamasına kapı aralamaktadır.

Hayy Bin Yakzân adlı eserdeki kahramanlar da fıtrata dönme çabalarını bu serüvende gerçekleştirmişlerdir. Her bireyin aklen kavrayış farklılığının fıtratın dışa tezahürünü etkilediği sonucuna varabiliriz. Bireyler ister zahirî kavrayış gücüne sahip olsun ister batınî kavrayış gücüne sahip olsun ister de toplumun dışında yaşasınlar Vâcibu’l-vücûd’u bulmaları mümkündür. İnanmak isteyen için tek bir yol değil, bütün yollar ona çıkmaktadır. Bu bakımdan Hayy b. Yakzân ve diğer karakterler hayatımızın aslında tam da içindedir. Bizleri sembolik olarak bu hikayede canlandırmışlardır.

Eserdeki her iki karakter yani hiçbir tesir altında kalmadan hayatını bir adada sürdüren Hayy Bin Yakzân ve toplumun içerisinde yaşamasına rağmen onlardan etkilenmeyen Absâl, akli gelişimini tamamlayarak Vâcibu’l-Vücûd’u bulmuştur. Aynı zamanda bu aklî gelişim, saf aklın bir yaratıcıya inanma meylinin de göstergesidir. Her ne kadar insandaki aklın gelişimine dolayısıyla da Vâcibu’l-Vücûd’u bulmadaki eğilimine engel olacak kuvveler insanda bulunsa da insan bu kuvvelerini eğitecek güç ve kudrete sahip olarak yaratılmıştır. İnsanın kuvvelerini eğitme yol ve yöntemine ise gelişmiş bir akıl karar verebilir. Fakat eserdeki diğer karakterlere bakıldığında, Hayy ve Absâl kadar aklî gelişime veya kavrayış gücüne sahip olmayan Salaman ve halkının, kendi zâtlarında bulunan kuvvelerini eğitmeleri için vahiy yani bir yol gösterici şarttır. Ayrıca şeriat bilgisi daha doğrusu vahiy bilgisi teorik, pratik ve manevi bilgiden ayrı olarak, kavrayış gücü ayırt etmeksizin her birey üzerine şarttır. Yani Hayy Bin Yakzân’a da namaz kılmak, oruç tutmak vb. şeyler kısacası tüm vahyi bilgi ile muamelede bulunmak şarttır. Nihayetinde Hayy’ın bulduğu Birlik düşüncesi boşuna değildir, illaki Yaratıcısının ondan bir beklentisi olmalıdır. Bu da en yüksek iyiye ulaşmak için O’na kulluk etmek ve O’nu doğru anlamaktır.


Yazar: Tuğçenur Erilli


Kaynak: Keleş, Tuğçenur Fıtratın Aklî Tezâhürü: Hayy bin Yakzân Örneği, 10. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi Bildiriler Kitabı -II, 2022, cilt: II, s. 197-210


Dipnotlar

[1] Hayati Hökelekli, “Fıtrat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1996), 13:47; Yaşar Kurt, “Kur’ân’da Fıtrat Kavramı”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi 5/3 (Ocak 2005): 79.

[2] Hökelekli, “Fıtrat” 47.

[3] Hökelekli, “Fıtrat” 47.

[4] Sinan Öge, “Fıtratın Mîsâkı”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 22 (Ocak 2004): 256.

[5] Hökelekli, “Fıtrat” 47.

[6] Kurt, “Kur’ân’da Fıtrat Kavramı”, 89; Hökelekli, “Fıtrat” 47.

[7] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, trc. Yusuf Özkan Özburun vd., (İstanbul: İnsan Yayınları, 2019), ss. 11, 313-327.

[8] İlhan Kutluer, “İbn Tufeyl”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1999), 20: 421.

[9] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 12.

[10] Hasan Özalp, “İşrâkî Mektebin Bir Üyesi Olarak Hayy b. Yakzan’ın Felsefî ve Doğal Dînî Tecrübe Serüveni”, Beytulhikme An International Journal of Philosophy 6 (Haziran 2016), 216.

[11] Hökelekli, “Fıtrat” 47.

[12] İlhan Kutluer, Hasan Kâtipoğlu, “Hay b. Yakzân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1997), 16: 251.

[13] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 26.

[14] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 17.

[15] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 18.

[16] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 18-19.

[17] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 87-88.

[18] Tuğçenur Erilli, “Bîrûnî’nin Ötekini Anlamada Özgün Yöntemi Avam ve Havas Ayrımı”, Uluslararası İlamer Öğrenci Sempozyumu Bildirileri, ed. Hilmi Karaağaç, Aitmyrza Satybaldiev (Ankara: TDV Yayın Matbaacılık Tic. İşletmesi Basımevi, 2018), 769.

[19] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 28.

[20] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 28.

[21] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 29.

[22] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 37.

[23] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 38.

[24] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 37-41.

[25] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 41.

[26] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 46.

[27] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 47.

[28] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 51.

[29] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 52.

[30] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 55.

[31] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 56.

[32] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 57-58.

[33] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 58.

[34] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 71.

[35] Hökelekli, “Fıtrat” 47.

[36] William Clifford, “İman ve Akıl: İnanma Ahlakı”, Din Felsefesi Seçme Metinler, ed. Michael Peterson, William Hasker, Bruce Reichenbach, David Basinger, çev. Nebi Mehdiyev (İstanbul: Küre Yayınları, 2013), 2, 143-149.

[37] Öge, “Fıtratın Mîsâkı”, 256.

[38] Öge, “Fıtratın Mîsâkı”, 256.

[39] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 82.

[40] Kurt, “Kur’ân’da Fıtrat Kavramı”, 78.

[41] Murat Öztürk, “İbn Tufeyl’in Doğaya Dönük Eğitim ve Felsefe Anlayışını Aktardığı Hay Bin Yakzan Adlı Felsefi Romanı Üzerine Bir İnceleme”, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Dergisi 12/23 (Ocak 2015): 4.

[42] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 282.

[43] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 283-284.

[44] Kurt, “Kur’ân’da Fıtrat Kavramı”, 78.

[45] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 71.

[46] İbn-ü’n-Nefîs, Fâzıl bin Nâtık, çev. Cevher Şulul (İstanbul: İnsan Yayınları, 2021), 27.

[47] İbn Tufeyl ve İbn Sînâ, Hayy Bin Yakzân, 84.

[48] İlhan Kutluer, “İbn Tufeyl”, 423.


Kaynakça

Clifford, William. “İman ve Akıl: İnanma Ahlakı”, Din Felsefesi Seçme Metinler, ed. M. Peterson, W. Hasker, B. Reichenbach, D. Basinger, çev. Nebi Mehdiyev (İstanbul: Küre Yayınları, 2013), 143-149.

Erilli, Tuğçenur. “Bîrûnî’nin Ötekini Anlamada Özgün Yöntemi Avam ve Havas Ayrımı” Uluslararası İlamer Öğrenci Sempozyumu Bildirileri, ed. H. Karaağaç, A. Satybaldiev (TDV Yayın Matbaacılık Tic. İşletmesi Basımevi, 2018), 761-772.

Hökelekli, Hayati. “Fıtrat” İslâm Ansiklopedisi. (Ankara: TDV, 1996), 13: 47-48.

İbn-ü’n-Nefîs. Fâzıl bin Nâtık. çev. Cevher Şulul, İstanbul: İnsan Yayınları, 2021.

İbn Tufeyl, İbn Sînâ. Hayy Bin Yakzân. çev. Yusuf Özkan Özburun, vd. İstanbul: İnsan Yayınları, 2019.

Kurt, Yaşar. “Kur’ân’da Fıtrat Kavramı”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi 5/3 (2005): 71-104.

Kutluer, İlhan. “İbn Tufeyl” İslâm Ansiklopedisi. (Ankara: TDV, 1999), 20: 418-125.

Kutluer, İlhan. Kâtipoğlu, Hasan, “Hay b. Yakzân” İslâm Ansiklopedisi. (Ankara: TDV, 1997), 16: 551-554.

Öge, Sinan. “Fıtratın Mîsâkı”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 22 (2004): 240-260.

Özalp, Hasan. “İşrâkî Mektebin Bir Üyesi Olarak Hayy b. Yakzan’ın Felsefî ve Doğal Dînî Tecrübe Serüveni”, Beytulhikme An International Journal of Philosophy 6 (2016): 211-234.

Öztürk, Murat. “İbn Tufeyl’in Doğaya Dönük Eğitim ve Felsefe Anlayışını Aktardığı Hay Bin Yakzan Adlı Felsefi Romanı Üzerine Bir İnceleme”, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Dergisi 12/23 (2015): 1-8.