Zorunlu Eğitim Eleştirisi: Zorunlu Eğitim, Sorunlu Eğitim – Melih Demiralay
Zorunlu eğitim, günümüzde neredeyse herkes tarafından gerekli bir olgu olarak görülmektedir. Öyle ki toplumumuzda “okullaşma(schooling)” evresinden geçmiş bireyler “okumuş, bilgili, kültürlü”, diğerleri ise “cahil kalmış” olarak görülür. Bu durum eğitim hakkında toplumda büyük bir kalıplaşmış düşüncenin varlığına işaret eder. Bu yazıda zorunlu eğitimin aslında gerekli olmadığını hatta genç nesillere zarar veren bir yapıda olduğunu anlatacağım.
Gazeteci Henry Louis Mencken halkın eğitilmesinin amacını şöyle tarif ediyor: “Bu yanlış varsayım, kamu eğitiminin amacının, türün gençlerini bilgiyle doldurmak ve zekâlarını uyandırmak, böylece onları vatandaşlık görevlerini aydınlanmış ve bağımsız bir şekilde yerine getirmeye uygun hale getirmek olduğudur. Bu hakikatten çok uzak bir tutumdur. Kamu eğitiminin amacı kesinlikle aydınlanmayı yaymak değildir; amacı, mümkün olduğunca çok bireyi aynı güvenli seviyeye indirmektir, standartlaştırılmış bir vatandaş kitlesi yetiştirmek ve eğitmektir, farklı düşünceleri ve özgünlüğü bastırmaktır. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nde politikacıların, eğitimcilerin ve diğer sahtekârların iddialarına rağmen böyledir ve dünyanın her yerinde de böyledir.”
Zorunlu eğitimin bazı menfi yanlarına değinelim:
1) Tek tipleştirme ve özgünlüğün yitirilmesi:
Zorunlu eğitimden geçmiş bir öğrenci belli bir müfredatın, belli bir anlayışın, dünya görüşünün etkisinde 12 yılını geçirmiş demektir. Bu durum öğrencilerin zihnî gelişimlerinde, bilgi işleme yeteneklerinde tek tipleşmeye neden olur. Böylesi bir müdahaleden geçen koca bir nesil özgün düşünce ve analiz kapasitelerini yitirmiş demektir. O nesil ancak kendisine empoze edilen dünya görüşüyle düşünce üretebilir.
Özgünlüğün yitirilmesi demek teorik alanda yaratıcı düşüncenin de bastırılması ve şekillendirilmesi anlamına gelir.
George Harris çeşitliliğin önemi hakkında şunları söylüyor: “Hakikaten, şu halde, ilave edilmiş tatminlerle ilerleme sağlanıyorsa daha da çeşitli işlevler, eğitimin ve uğraşların yeni ve daha rafine farklılaşmaları olmalıdır. İlerlemenin her adımı, var olan bütün faktörlere bir şekilde benzemeyen beşerî bir faktörün eklenmesi anlamına gelir.”
2) Kaynak israfı:
Merkezi zorunlu eğitimde birçok farklı yönden kaynakların israfı ve verimsiz kullanımı söz konusudur. Öncelikle her öğrenci okulda okumak zorunda değildir ve bunlardan bazıları zorunlu eğitimin kıskacından kurtulduktan sonra hayatlarını idame ettirmek için aldıkları eğitimle alakalı olmayan zanaat işlerine yönelirler. Bu gençleri okumaya mecbur bırakmak hem meslek öğrenmekte geç kaldıkları için onlar açısından hem de onların eğitim masraflarının karşılanması gerektiği için harcanan kaynaklar açısından israftan başka bir şey değildir. Bunlara ilaveten yapılan okulların inşa ve idame masrafları ve sürekli istihdam edilen memurların aldıkları maaşlar da bu durumla benzer şekilde israf örnekleridir.
3) İdeolojik eğitim:
Zorunlu eğitim, bugün de dâhil olmak üzere, çoğu zaman devrin hükümetinin veya yönetiminin elinde ideolojik bir malzeme olarak kullanılmıştır. Özellikle yapılan devrim ve inkılapların ardından genç nesle ideolojik anlamda bir yatkınlık aşılamak için kullanılan bu yöntem sadece böyle zamanlarda değil her zaman bir şekilde başvurulan bir yöntem olmuştur. Böyle bir durumda gençler kolayca müfredat tarafından manipüle edilebilir, zihnî melekeleri yönlendirilebilir. Öğrencinin ufkunu daraltan, özgün fikirlerini sınırlayan bu yöntem; merkezi zorunlu eğitimin kaçınılmaz ve önüne geçilmesi çok zor bir özelliğidir.
4) Monopol haline gelmesi:
Devlet tarafından verilen eğitim, sektörde tekel oluşturur. Çünkü ücretsiz olduğu söylenir(Bu doğru değildir ama konuyu dağıtmamak adına detaya girmiyorum). Tekel olan bir kamu kurumunda verimsizlik önemsenmez çünkü rekabet ettiği başka kurum yoktur. Dolayısıyla eğitimi iyileştirme, geliştirme, kötü yanlarını ıslah etme gerekliliği hissedilmeyecektir. Bunun sonucunda eğitimde kalite düşüklüğü ve verimsizlik kaçınılmazdır.
5) Zaman kaybına sebep olması:
Öğrenciler ülkemizde günde 8 saat, haftada 5 gün, yılda 36 hafta ve toplamda 12 yıl zorunlu olarak eğitim görüyorlar. Bu süreçte alınan eğitimin içeriği ise her türlü alanda temel bilgileri ihtiva ediyor. Bu 12 yıllık süreçte verilen bilgilerin çoğunun sonraki yıllarda unutulduğu, kullanılmadığı kanaatindeyim. Bu, öğrencinin gelecekte meslek hayatında veya hayatının başka bölümlerinde bir daha hiç kullanmayacağı bilgileri öğrenmeye zorlandığı anlamında gelir. Üstelik zorunlu eğitim, öğrencinin özel ilgi alanlarında kendini geliştirmesine de oldukça az bir zaman bırakır.
6) Paternalist anlayış:
Zorunlu eğitimi savunan kişilerin paternalist bir devlet anlayışına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Paternalist devlet, halkın yararını gözetip uygun uygulamaları devreye sokan “Devlet Baba”dır. Bu yaklaşım zorunlu eğitim konusunda da kendini gösterir. İnsanlar, yazının başında bahsettiğimiz yanlış düşünce ile, öğrencilerin muhakkak okulda belli bir eğitime tabi tutulması gerektiğini savunurlar, böylece okumuş bir birey olarak toplumda itibar görebileceklerdir. Hâlbuki bu durum, öğrencinin hedefleriyle, istekleriyle uyuşmuyor olabilir. Benim kanaatim burada doğru olan şey zorunlu eğitimden ziyade öğrencinin almak istediği derse, öğrenmek istediği bilgiye kendi karar vermesidir.
Paternalist anlayışa sahip kişilerin gözden kaçırdığı bir nokta da bireyin aldığı kararların, işlediği fiillerin sorumluluğunu üstüne aldığı gerçeğidir. Dolayısıyla yanlış bir karar verdiğinde birey, ortaya çıkacak olumsuz sonuca yine kendi katlanacaktır. Bu bakış açısıyla bireyin eğitimi üzerinde söz sahibi olmasının daha uygun bir tutum olduğunu söyleyebiliriz.
Yazar: Melih Demiralay
Kaynak: Melih Demiralay, Zorunlu Eğitim, Sorunlu Eğitim -Zorunlu Eğitim Eleştirisi, https://www.academia.edu/121608888/Zorunlu_E%C4%9Fitim_Sorunlu_E%C4%9Fitim_Zorunlu_E%C4%9Fitim_Ele%C5%9Ftirisi , Erişim Tarihi: 12.12.2024
Kaynakça
John Taylor Gatto. Againist School, Harper’s Magazine New York 307/1840 (Eylül 2003): 33-38.
Murray Rothbard. Eğitim: Özgür ve Zorunlu, çev. Yusuf Şahin, Liberal Düşünce Dergisi 76 (2014): 15-62