Din Felsefesi Açısından Ötanazi: İslam İnancı Özelinde Bir Değerlendirme – Sertaç Oral

Din Felsefesi Açısından Ötanazi: İslam İnancı Özelinde Bir Değerlendirme – Sertaç Oral

Temmuz 6, 2025 0 Yazar: felsefelog

Özet

Bu makalede amacımız, ötanaziyi İslam felsefesi bağlamında intihardan ayırarak yeni bir fıkhi mesele olarak ele almak ve İslami kavramlar üzerine bina ederek fıkhi bir zeminde tartışmaya açmaktır. Peter Singer, ötanaziyi bireysel özerklikle savunurken, burada sunulan model hem bireysel hem de İslam’ın toplumsal maslahat ilkesine dayandırılmaya çalışılmıştır. Ötanazi, genellikle intihar kapsamında fıkhi olarak haram anlamında değerlendirilir. Bana öyle geliyor ki bu yaklaşım, kavramsal ve fıkhi açıdan yetersizdir. İntihar, geleneksel olarak bireyin denetimsiz iradesiyle, herhangi bir kriter olmaksızın hayatına son vermesidir. Oysa ötanazi, tıbbi olarak çaresiz ve dayanılmaz acılar içindeki kişiler için denetimli bir süreçtir. İslam fıkhında ikrah (zorlama), zaruret (zorlayıcı ihtiyaç), maslahat (toplumsal fayda) gibi ilkeler, istisnai durumlarda esneklik tanır ve ötanazi, bu bağlamda merhamet temelli bir çözüm olarak yeniden ele alınabilir. Devlet kontrolü dahilinde bir heyetin ötanazi süreci, keyfi kararları önleyerek bireyin acısını hafifletebilir ve İslam’ın insan odaklı yaklaşımına uygun bir zemin sunabilme potansiyelini güçlendirebilir. Bu makale, ötanazinin, kişilerin onurlu yaşam hakkını korurken, İslam’ın temel ilkelerine, hatta hakim geleneğe sadık kalabileceğini göstermeyi amaçlar.

Giriş

Bu makalenin kaleme alınma gerekçelerinden biri, Taner Beyter’in ötanazi üzerine yaptığı bir konuşmada,[1] konunun İslam’da yüzeysel ve yanlış kategorilerde ele alındığının gözlemlenmesidir. İslam’ın disiplinler arası ve merhamet odaklı doğası dikkate alındığında, mevcut fıkhi yaklaşımların günümüz tıbbi ve etik gelişmelerine yeterince cevap veremediği görülmektedir. Bu nedenle, İslam fıkhı çerçevesinde ötanaziyi yeni bir zeminde ve intihardan kavramsal olarak ayrıştırarak değerlendirmek gerekmektedir. Ötanazi, terminal hastalıklar veya dayanılmaz acılar nedeniyle bireyin yaşamını sonlandırma talebiyle modern tıp etiğinde tartışılan bir meseledir. İslam’da aktif ötanazi, genellikle intiharla eş tutularak haram kabul edilir. Ancak bu makalede amacım, genel olarak ötanaziyi intihardan ayırarak tıbbi ilerlemeler ve modern koşullar ışığında yeni bir fıkhi mesele olarak ele almaya çalışmak olacaktır. İslam’da intihar, kişinin kendi inisiyatifine bağlı olarak canına kıyması ve herhangi bir kriter üzerinden değil, tamamen bireysel işlem ve bireysel karar olarak ele alınır ki, günümüzdeki çoğu durum, modern tıbbın sunduğu yenilikler olarak geçmişte örneği olmayan durumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ötanazi, bireyin kendi canına kıyması değildir; farklı şartları bulunur, tıbbi ve fıkhi bir kontrol mekanizmasıyla değerlendirilen bir konudur. Bu nedenle İslam felsefesi ve fıkhı bağlamında yeniden değerlendirilmelidir. İslam, ikrah, zaruret ve maslahat gibi ilkelerle istisnai durumlarda esneklik tanıdığı gibi, yeni konulara yeni düzenlemeler getirmeye müsait bir yapıdadır. İkrah, kısaca, bir kişinin istemediği bir şeyi yapmaya zorlanması, yani zorlama ve baskı altında kalması anlamına gelir. Zaruret, bir işi ya da davranışı yapmak için başka çare kalmadığı, hayati bir ihtiyaç veya mecburiyetin doğduğu hâli ifade eder. Maslahat, bir işin ya da hükmün toplum veya birey için faydalı, yararlı ve olumlu sonuçlar doğurması demektir.

Tıbbi olarak çaresiz ve kronik acılar içindeki bu yeni yaşam, birçok yeni durumu beraberinde getirmiştir ve bu istisnalarla kıyaslanabilir. Örneğin, ileri evre kanser hastalarında morfinle dahi kontrol edilemeyen ağrılar, bireyin yaşamını fiziksel ve ruhsal bir işkence hâline getirebilir. Ötanazi, bu koşullarda merhamet temelli bir çözüm olarak değerlendirilebilir. İslam’da kuralların insan için olduğunu vurgulanır: “Yerde ve gökte ne varsa insan için yaratılmıştır” (Bakara). “Ben yerde ve gökte ne yarattıysam hepsini insan için yarattım.” Bu ayetler bize bunu net olarak gösterir. Bu bağlamda, kurallar insanlar içindir; insanlar kurallar için değildir. Bu insan odaklı yaklaşım, ötanaziye merhamet ve adalet temelli bir fıkhi zemin sunar.

Avrupa’da ötanazi etiğini gündeme alan çalışmalar çok fazladır. Fakat burada insanın faydasının salt bir yaşama indirgenemez olduğunu ifade eden Singer’in tespitleri dikkat çekicidir. Singer, bireysel faydacı bir yaklaşımla, zaruretleri kendi perspektifiyle değerlendirmiş ve şu soruyu yöneltmiştir: “Öldürme neden itiraz edilebilir bir şeydir?” İnsanlar sık sık yaşam kutsaldır derler. Ancak, der Singer, “onlar hemen hemen hiçbir zaman literal anlamda dediklerini kastetmezler. Eğer bunu yapsalardı, onlar bir insanın öldürülmesine karşı olduğu kadar en azından domuzların ve tavukların öldürülmesine karşı da büyük bir yaygara koparırlardı.”[2]

Singer, klasik tıp etiğinin “yaşatmak her durumda önceliklidir” ilkesini reddeder. Onun yerine kişisel özerklik, acıdan kaçınma ve yaşam kalitesi gibi kriterlere göre ötanaziyi savunur. Genel olarak bunu 3 madde halinde zikredebiliriz: (1) Yaşamın değeri mutlak değil, görecelidir. (2) İstekli ötanazi (voluntary euthanasia) bazı durumlarda ahlaken doğrudur. (3) Bilinçsiz bireyler için yaşam hakkı görecelidir.  Pasif ötanazi (tedaviyi kesme) ile aktif ötanazi (ölümcül müdahale) arasında ahlaki fark yoktur. Singer genelde bireysel anlamda ötanazi etiğini savunurken, bizim sunduğumuz model faydacılığı sadece bireysel anlamda değil, toplumsal olarak da hasta yakınlarının perspektifi ve intihar oranlarını düşürme olasılığı ile gereksiz intiharı önleme gibi uygulamada yenilikçi bir savunmayı içerir.

Pasif ötanaziye yönelik geçmişte varid olan durumlar olduğu için buna dair fetvalar mevcuttur. Bunlara değineceğiz. Fakat çok üzerinde durmayacağız. İsteyenler paylaştığımız fetvalara veya bu konu üzerine yazılmış içeriklere bakarak fikir edinebilirler. Bu sebeple ötanaziye zemin hazırlarken özellikle bazı aktif ötanazi durumlarını ele almaya çalışacağız. Aktif ötanazi intihar ile eş tutulduğu için fıkhi değerlendirme kapsamından çıkarılmış, değerlendirmeye alınmamıştır. Biz bu durumun fıkıhta bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız.

Ötanazi ve İntihar Ayrımı

İslam’da intihar, bireyin kendi iradesiyle hayatına son vermesi olarak tanımlanır ve kesin olarak haramdır: “Kendi kendinizi öldürmeyin; şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir” (Nisâ). Ancak ötanazi, intihardan farklıdır. İntihar, genellikle anlık bir kararla bireyin denetimsiz iradesiyle gerçekleşir. Ötanazi ise terminal hastalıklar veya dayanılmaz acılar gibi tıbbi bir bağlamda, bireyin talebinin tıbbi ve psikolojik değerlendirmelerle desteklendiği, buna yönelik tıbbi bir heyet ile gerektiğinde aile rızası alınarak ve devlet denetimiyle yürütülen bir süreçtir. Bu kapsamda Hollanda ve İsviçre’den örnekler vermek konuyu daha iyi açıklayabilir:

Hollanda Yüksek Mahkemesi tarafından karara bağlanan ilk ötanazi davası 1984’teki Schoonheim davasıdır. Görme, işitme ve konuşma bozukluklarının yanı sıra yatalak durumda olan ve genel olarak kötüleşen, onurunu kaybeden 95 yaşındaki bir hastanın açık isteği üzerine ötanazi uygulanmıştır. Mahkeme, hekimin bir zorunluluk durumunda hareket ettiği, yani hekimin acıyı dindirme görevi ve zarar vermeme görevi arasında bir görev çatışmasıyla karşı karşıya olduğu sonucuna varmıştır. Doktor davadan beraat etmiştir. Bu konuda başka bir uygulama da İsviçre’de Vaud Kantonu’nda uygulanmaktadır. 2012’de Vaud Kantonu’nda, huzurevleri ve hastanelerde yardımlı intihara izin veren yasanın halk oylamasıyla kabul edildiği bildirilmektedir. 1980’lerde ötanazi tartışmalarının artması üzerine resmî bir boyut kazanma gereksinimi doğmuştur. 1980 yılında Başsavcılar Komitesi, doktorların yaşam sonu kararlarıyla özel olarak ilgilenmiş ve politikada tekdüzelik sağlamak için her ötanazi vakasının incelenmesi ve ilgili hekimin dava edilip edilmeyeceğine karar verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. 1984 yılında Hollanda Kraliyet Tabipler Birliği, ötanazi ve kürtaj gibi konularda ortak bir mutabakatın mümkün olmadığını, ancak belirli şartlar altında ötanazinin kabul edilebileceğini belirten bir bildiri yayımlamıştır.

Bu bildirinin kriterleri şu şekildedir:

  1. Ötanazi talep eden hastanın akli durumu yerinde olmalıdır.
  2. Ötanazi talebi iyice düşünülmüş, istemli, ısrarlı ve aydınlatılmış olmalı ve herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açık olmalıdır.
  3. Hastanın acısı katlanılmaz ve dindirilemez olmalıdır.
  4. Ötanazi kararı başka bir hekime danışılarak alınmalı ve ötanaziyi bir hekim gerçekleştirmelidir.

Bu açıdan bakıldığında, fıkhi zemin oluşması durumunda İslam’da uygulama metodu şöyle olabilir: Hastalığın çözüme ulaşma ihtimali kalmamış; mevcut müdahalelerin, eldeki veriler doğrultusunda sonuç vermeyeceği netleşmiş olmalıdır. Bu aşamadan sonra, tıpta yetkin bir kurul durumu fıkıh alanında yetkili bir heyete taşır. (Mümkünse, tıp ilmine dair özel yetişmiş, güncel vakaları bilen ve içtihat edebilecek düzeyde bir kurul olmalıdır.) Heyet; hasta, aile ve doktor ile görüşerek beyan edilen hususları tetkik eder. Zaruret durumu oluşmuş, şartlar tamamlanmış, kişi artık isyana varan bir noktaya gelmişse; aile fertleri de sevdiklerinin vefatını içtenlikle arzu edecek hâle gelmişse — hasta ibadet edebiliyor mu, zihni açık mı, kapalı mı gibi unsurlar dikkate alınarak — tüm bu veriler doğrultusunda bir rapor hazırlanır ve uygulamaya geçilebilir. Bu noktada, kişinin iradesinin fıkhî boyutta geçerliliği hususunda İmam Gazâlî’nin “ihtiyar” (seçim) kavramı önem arz eder. Gazâlî (1111/1997), kişilerin bazı gerekli durumlarda ehliyet sahibi olduğunu ifade eder. Örneğin; kişi, gücü nispetinde ikrah (zorlama) durumunu bazen kendi iradesiyle tercih eder. Gücü ve aklî idraki nispetince, karar verecek düzeyde bir olgunluğa ulaşarak kendi hükmüne varır ve İslam, kişinin beyanını esas alır; kalbinden geçirdiğine değil, söylediğine odaklanır.

İslam’da “hüküm zahire göredir” (el-hükmu ʿaleẓ-ẓāhir) kaidesi, İslam hukukunun temel ilkelerinden biridir. Bu ilke, kişilerin kalplerinde ne olduğunun değil, dışa yansıyan söz ve fiillerin esas alınarak hüküm verilmesi gerektiğini ifade eder. Fıkhî ve usûlî açıdan çok sayıda ayet, hadis ve alim görüşü bu ilkenin dayanağını oluşturur. Aşağıda başlıca deliller yer almaktadır:

Nisa Suresi, 94. Ayet: 

“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman iyice araştırın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mümin değilsin’ demeyin…”

Burada, “selam” yani müminliğini ifade eden kişinin sözü esas alınır, kalbindeki değil. Bu, zahire göre hüküm verilmesi gerektiğini gösterir.

Usame b. Zeyd Hadisi (Buhârî, Müslim):

Usame, savaşta bir kişiyi tam öldürmek üzereyken, adam “Lâ ilâhe illallah” der. Usame onu yine de öldürür. Peygamber (s.a.v.) Usame’ye:

“Kalbini mi yardın da müslüman olmadığını bildin?” buyurur ve onu şiddetle uyarır.

Bu hadisi şeriften âlimler kişilerin diliyle söyleminin geçerli olduğunu açıkça beyan etmiştir. Bu da hastanın söyleminin İslam fıkhında geçerli olmasını sağlar. “İşi ehline vermek” ilkesi, İslam ahlakı, kamu yönetimi ve fıkıh anlayışında çok önemli bir yer tutar. Bu ilke, hem adalet, hem de emanet kavramlarıyla doğrudan ilişkilidir. Aşağıda bu prensibin İslam fıkhındaki yerini ayet, hadis ve alimlerin görüşleriyle özetliyorum:

Nisâ Suresi, 58. Ayet: 

“Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”

Hıyanet Hadisi (Buhârî, Fiten, 10): 

“Emanet zayi olduğunda kıyameti bekle!”

Ashab sorar: “Emanet nasıl zayi olur, ya Rasulallah?”

“İş, ehil olmayanlara verildiğinde.”

İbn Teymiyye – Siyâsetü’ş-Şer’iyye:

Görevler, ehil olan kişilere verilmediği zaman halk arasında fesat, yöneticiler arasında zulüm meydana gelir.

Hastanın akli durumunun yerinde olmaması durumlarında pasif ötanaziye dair görüşler vardır. Misal Peygamber’in hastaya eziyet edilmemesi ve “şifa bulamayan hastaya müdahalede ısrar edilmemesi” tavsiyeleri. İmam Malik, Şafii gibi bazı fakihler, tedavinin faydasız olduğu durumlarda müdahaleyi bırakmanın uygun olduğunu belirtmiştir.

Yusuf el-Karadâvî: Ünlü Mısırlı âlim ve fıkıhçı. Muhammed Ali es-Sâlih: Suudi fetva kurullarında görev almış bir fıkıh uzmanıdır. Uluslararası İslam Fıkıh Akademisi (OIC – Rabat ve Cidde merkezli): 1986 ve 1997’deki oturumlarında pasif ötanaziyi belirli şartlar altında caiz görmüştür.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu (Türkiye): Türkiye’de aktif ötanaziyi kesin olarak reddeder. Ancak pasif ötanaziye dair sınırlandırılmış bir cevaz verir.

Pasif ötanazi durumuna yönelik getirilen bu öneriler intihar ile ayrılma durumunda aktif ötanazi için de delil teşkil eder. Bir mesele yeniden ele alınırken eğer durum geçmişte varid olan durumla kıyas edilemez ise o güncel mesele olarak âlimlerin değerlendirmesine girer. Örneğin organ nakli gibi durumlar. Geleneksel fıkhi yaklaşımlar, ötanaziyi intiharla eş tutarak haram sayabilir. Ancak bu kıyas, fıkhi açıdan hatalıdır, çünkü ötanazi ile intiharın illetleri farklıdır. Birincisi: Ötanazi, kişinin kendi talebine dayanıyor olsa da nihai olarak sadece bireyin şahsi kararıyla verilen bir karar değildir. Bu süreçte doktorların, yetkili kurulun ve gerektiğinde dini temsilcilerin ortak onayıyla hareket edilir. İkincisi: Uygulamayı gerçekleştiren kişi genellikle bireyin kendisi değil, bir tıbbi uzmandır. Bu da işin fıkhi boyutunda “failin” değiştiğini gösterir. Üçüncüsü: Vaka açısından bakıldığında da tamamen farklı bir durum söz konusudur. Geçmiş dönemlerde bu şekilde makinelerle yaşama devam eden kişilerin bulunması mümkün değildir. Bugün ise modern tıbbın sunduğu imkânlar kişiyi bazen sadece cihazlar aracılığıyla yaşamda tutmakta ve bu durum da yeni bir yaşam formunu ortaya çıkarmaktadır. Yeni bir yaşam formu ifadesiyle kastettiğim, modern tıbbın ve teknolojinin olanaklarıyla sürdürülen, bireyin yaşam fonksiyonlarının büyük ölçüde makineler ve ilaçlarla desteklendiği bir varoluş biçimidir. Bu yaşam formu, geçmişte görülmeyen bir şekilde, bilinçli ya da bilinçsiz bireylerin doğal yaşam döngüsünün ötesinde, teknik müdahalelerle yaşamda tutulmasını kapsamaktadır.

İslam’da bir meselede zaruret hâli oluşmuşsa ve kişi bu konuda cehalet içindeyse veya durum yeni bir olgu olarak ortaya çıkmışsa, hükmün de bu çerçevede esnetilmesi mümkündür. Zira şartlar yerine gelmemişse veya mesele öncekinden farklı bir boyuta bürünmüşse, eski kıyasa dayanarak hüküm vermek doğru kabul edilmez. Bizim vakamızda da ötanazi ve intihar bu kapsamda gözden geçirilmeye değer farklılıklar göstermiştir. Geçmişte bu tür bir tıbbi zemin mevcut olmadığı gibi, morfinle ve makinelerle yıllarca ayakta kalan kişiler de yoktur. Buradan bakıldığında bu olayın işleniş şekli ve şartları farklıdır. Dolayısıyla, bu yeni durumun geçmişteki intihar vakalarıyla doğrudan ilişkilendirilmesi hatalı bir kıyas olur. Bu da bize gösterir ki kıyasta yapılan temel hata, vakaların mahiyetindeki farklılığın göz ardı edilmesidir. Fıkhi olarak ise her yeni durum kendi şartlarıyla değerlendirilmek zorundadır. İslam fıkhında “qiyas ma’al-fariq” (farklı illetlere sahip durumları kıyaslama hatası) teşkil eder. Bu durumda ötanaziyi intihar ile kıyaslamak, kıyas ma’al-fariq hatasına düşmek olur. Çünkü illet, yani hükmün gerekçesi, her iki durumda da farklıdır: biri iradi, ani ve bireysel bir eylem; diğeri ise kolektif değerlendirmeye ve ikrah hâline dayalı bir süreçtir.

İkrah, Zaruret ve Ötanazi

İslam fıkhında ikrah ve zaruret ilkeleri, normalde haram olan bir fiili belirli şartlar altında mubah hâle getirebilir. Örneğin, ölüm tehdidi altındaki bir kişi, imanını kalbinde koruyarak zahiren inkâr edebilir (Nahl, 16/106). Benzer şekilde, açlık nedeniyle domuz eti tüketmek de caiz olabilir (Bakara, 2/173). İmam Serahsi, “el-Mebsût” adlı eserinde şöyle aktarır: “Bana iki kırbaç vuran kişi, benden ne isterse onu söyleyebilir.”[3] Bu, ikrah altındaki kişinin söz ve fiillerinin iradi sayılmayacağının göstergesidir.

Bu bağlamda, ölümle yüz yüze olan ve dayanılmaz acılar çeken bir hastanın durumu da ikrah kapsamına alınabilir. Üstelik bu noktada kararın artık doktor heyeti ve fıkıh kurulunun kapsamında doktorların talebi üzerine, hastaya rağmen verilme durumları bile ortaya çıkabilir. Söz konusu kişinin artık verdiği beyandan daha önemli olan doktor ve ailenin vereceği karara yönlendirir. Böylesi bir durum bu açıdan bile intihardan ayrılabilir. Fakat bu konu sadece bir alternatif olarak değerlendirme için farklı bir perspektif sunar. İki kırbaç darbesinin anlık acısıyla kişinin durumu ikrahı hak ederken ötanazi bu durumu daha çok hak ediyor gibi gözükmektedir. Dayanılmaz acılar karşısında bireyin yaşamını sürdürmesi, onun için fiziksel ve ruhsal bir işkenceye dönüşebilir. Bu hâl, kişiyi ikrah durumuna sokar. İmam Şatibi’nin belirttiği gibi, şeriatın nihai amacı insanın maslahatını (yararını) gözetmektir. (Şatibi, el-Muvafakat).

İmam Şatibi kavram ve kuralların özüne inerek meselenin insanın faydası olduğu durumuna temas eder. İslam fıkhı eğer salt kavramlar ve hükümlerin zahirleri ile sınırlanırsa ve bunun özü kavranamazsa, güncel durumlara çözüm üretmesi zorlaşır ve tüm zamanlara hitap etme iddiasından öteye geçemez. Eğer hayat, dayanılmaz bir işkenceye dönüşmüşse ve bireyin rızası alınarak kontrollü bir şekilde sonlandırılması söz konusuysa, bu durum şeriatın maslahat ilkesine de uygun düşer. Bu noktada, ötanazi sürecinin keyfi kararlardan arındırılması, mutlaka bir devlet kontrolü ve uzman heyet denetiminde yapılması gerekir. Böylece, İslam’ın toplumsal düzen ve adalet ilkeleriyle çelişmeden uygulanabilir. İbn Abidin gibi bazı fıkıh âlimleri, zaruret hâlinde asıl hükmün askıya alınabileceğini ve maslahatın öne geçirilebileceğini belirtmiştir. Bu görüş, modern ötanazi tartışmaları için de bir dayanak noktası oluşturabilir (İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar).

İntihar Önleme Potansiyeli

İlginç bir şekilde, ötanazinin İslam’da kontrollü bir şekilde meşru hâle getirilmesi, intiharı önleyici bir potansiyele de sahip olabilir. Çünkü mevcut durumda ötanazi tamamen yasaklandığı için bireyler tıbbi ve psikolojik destekten mahrum kalmakta ve kontrolsüz, acı verici intihar yöntemlerine başvurmaktadır.

Oysa denetimli bir ötanazi sistemi, bireyin bu süreçte psikolojik destek almasını, kararını gözden geçirmesini ve keyfi hareket etmemesini sağlar. Böylece birçok bireyin aslında geri adım atabileceği, intihar etmeyebileceği bir ortam oluşturulmuş olur. Dahası çözümsüz olduğunu düşündüğü durumlarda tıbbi veya psikolojik destekler verilerek hayata yeniden kazanma şansı elde edebilir ve böyle bir olay karşısında müracaat edeceği güvenilir bir kurul olması ona bir umut doğurabilir. Dolayısıyla, doğru şekilde uygulanan ötanazi mekanizması, intiharları da azaltma potansiyeline sahip olabilir.

Geleneksel olarak, İslam âlimleri pasif ötanaziye (tedavinin kesilmesi) daha olumlu yaklaşmışlardır.[4] Aktif ötanazi (hayatı sonlandırıcı müdahale) ise genellikle intihar kapsamında değerlendirilmiştir. Ancak yukarıda belirttiğimiz ikrah, zaruret ve maslahat ilkeleri dikkate alındığında, belirli şartlar altında aktif ötanazinin de caiz olabileceği ileri sürülebilir. Şu koşullarda bu mümkündür:

  • Terminal hastalık ve tıbben kesin acılar,
  • Uzman heyetin raporu, bireyin açık ve tekrarlanmış talebi,
  • Devlet kontrolünde ve hukuki güvence altında uygulama,
  • İntiharın önlenmesi için gerekli psikolojik desteğin sunulması.

Bu koşullar, İslam’ın insan onurunu ve maslahatını koruma ilkeleriyle uyumludur.

Sonuç

İslam’da fıkhî zeminde önce meseleyi ele alıp, onun intihar ile farklılıklarını izah etmeye çalıştık. Daha sonra İslam’ın yüzeysel olmayan, dar kalıplara sıkışmamış, zamanın yeni gündemlerine çözüm üretebilecek durumu üzerinden bu yeni konuyu; maslahat, zaruret ve ikrah durumları perspektifiyle değerlendirdik. Bu noktada, hatalı kıyas ile yeni gündem olan meselenin önceki mesele ile arasındaki farkları ortaya koyduk. Allah’ın merhametini, İslam fıkhının insan üzerine kurulu ve insanın faydası için çalıştığı mantığını ele alıp; üstelik intiharı önleme potansiyeline sahip olduğunu, istatistiksel olarak uygulandığı ülkelerden örnekler getirerek göstermeye gayret ettik. Zaman içinde ani kararlar ile gereksiz yere intihar etmek isteyen, ancak burada tekrardan yaşama kazandırılan yeni insanlar ve bu kazancın yanı sıra; bu insanların yakınlarının, kendilerinin ve toplumlarda oluşturacağı Allah’a karşı isyanın önüne geçme potansiyelini göstererek, ötanazi potansiyelini ifade ettik. İzzet, hem Allah’a ait bir sıfat (el-Azîz) hem de müminin taşıması gereken bir ahlaki duruş olarak Kur’an’da şöyle yer alır:

“İzzet Allah’a, Resulüne ve müminlere aittir…”

(Münafikun Suresi, 8)

Bu konuda bir hadisi şerifte Resulullah şöyle buyurur:

“Müslüman izzet sahibidir. Zillete düşmek, Müslümana yakışmaz.”

(Beyhakî, Şuabu’l-İman)

Zillet, aşağılanma, horlanma ve kişilik zaafı içinde yaşamaktır. İslam, zulme boyun eğen, değersizliğe razı olan, ezik bir duruşa sahip bir hayatı reddeder. Ötanazi durumunda bir insanın bir izzeti kalmadığı gibi zillet içinde, yaratılış gayesi olan ibadeti yerine getiremeyen, içinde bulunduğu durumun hem toplumda hem de bireysel olarak kişinin zararına dokunduğu açıktır. Dilerim ki bu yazıya Müslümanlar kayıtsız kalmazlar. Çünkü İslam’da her şey insan içindir.



Yazar: Sertaç Oral


Editör: Musa Yanık

Dipnotlar

[1] Ötanazi: Ölüm Hakkımız Var mı? | Taner Beyter (Öncül Analitik Felsefe), https://www.youtube.com/live/9SvPjbpJ31c , (Erişim Tarihi: 18. 06. 2025).

[2] Herbert Schlögel, “Ötanazi ve Teoloji”, Osman Taştan (çev.), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 43/1, (2002), ss. 293-299.

[3] Serahsi, el-Mebsût, c.10, s.144 (Daru’l-Ma’rifa)

[4] Bk. A. Atiye, İslam Hukukunda Tıbbi Müdahale ve Ötanazi, (Ankara: Diyanet Yayınları, 1995).

Kaynakça

Atiye, A. (1995). İslam Hukukunda Tıbbi Müdahale ve Ötanazi. Diyanet Yayınları.

Gazali, İ. (1111/1997). İhya Ulumiddin.

İbn Abidin, M. A. (n.d.). Reddü’l-Muhtar ala’d-Dürr al-Muhtar.

Şatibi, İ. (n.d.). el-Muvafakat fi Usul al-Sharia.

Van der Heide, A., ve diğerleri. (2017). End-of-life decisions in the Netherlands over 25 years. New England Journal of Medicine.